ODTÜ’de hayat ilginçtir. Dönem başladığında her şey çok güzeldir. Kampüste insan namına sadece öğrenciler, hocalar, bir de yurtlardan öğrenci işlerine, kafelerden kantinlere çalışanlar vardır. Hele bir de evde veya kampüs dışında değil okulun yurtlarından birinde kalıyorsanız sanki kışladaymışçasına sivil hayatla ilişkiniz sıfır bile olabilir ve bu hiç sorun değildir: Ortalık henüz yeşildir, gelmekte olan sonbahar bu ortama renk katar. Kampüste market de vardır, banka da, yeme içme mekanları da, sinema da, halı saha da, tenis kortu da, hatta duruma göre tiyatro da, konser de… Ben, dünyaca ünlü Melih Gökçek sırıtışını görmemek için bir bütün dönem kampüsten Kızılay’a çıkmadığımı bilirim. Eksikliğini de zerrece hissetmedim.
Birinci ay bitip Eylül sonuna gelindiği zaman işler boka sarmaya başlar. Ödevler verilir, dersler yoğunlaşır, lablara gider gelirsiniz. Bu yoğunluk midterm’lerle de arşa çıkar. Okulda, en azından bizim zamanımızdaki haliyle, sınav haftası diye bir şey yoktur. Kimi dersin tek sınavı olur, kimisinin iki. Kimisi her hafta homework verir, kimisi arada bir. Sınıfta mevcudu az gören hocalar quiz yapalım der, hazırlıksız yakalanmamak için bunlara da çalışmanız gerekir. Her halükardaysa ilk midterm geldiği andan son finale dek artık ODTÜ bir cehennemdir. Eliniz mahkûm durmadan çalışmanız şarttır. Bunu yapmazsanız ben gibi olursunuz.
İkinci dönem, ilk dönemin aksine Ankara kışıyla başlar. Eve veya yurda kilitlenir kalırsınız. Ringler en çok bu zaman doludur, etkinlikler sürse de azdır ve olana gitmeyi de istemezsiniz. Kim Ankara’da hava ekşi beş dereceyken bu dağ başında eksi on derecede dışarı çıkıp etkinliklere katılmak ister ki zaten? Bundan olsa gerek, ikinci dönem ortalama yükseltmek daha kolaydır.
Bu genel durumunsa güzel bir istisnası vardır: Mayıs ayında yapılan bahar şenlikleri. Bu, ODTÜ’nün en güzel zamanıdır. Çimler tekrar yeşile boyanmıştır, hayat tekrar hareketlenmiştir, lablar, sınavlar, ödevler tam gaz devam etse de bunca yıllık geleneğin hatırına işler çok az da olsa hafiflemiştir… Muhteşemdir ortam, hem de sene başındakinden çok daha güzel şekilde.
Okuldaki ilk senemdi. Şubat’ta dönem başlamıştı ve doğma büyüme İstanbullu, Ankara soğuğunu tanıdığını sanan ben, bunun aslında ne demek olduğunu öğrenmeye başlamıştım. Ankara soğuğu kurudur, direkt ciğere işler. ODTÜ soğuğu ise Ankara soğuğunu dahi aratır. İçinizdeki Adanalı ortaya çıkar ve küfür kataloğunuza sizin dahi tahmin edemeyeceğiniz eklentiler yaparsınız. Ana, avrat, ölü, diri… Bunlar, en ağırları değil en hafifleridir.
Yeni küfürler keşfettiğim bir Mart sabahıydı. Erkenden ayaktaydım fakat dersim 11:40’taydı. Sıfır derece suyu üstüne koysak soğuğunda donacağı suyla yüzümü yıkamış, odada çay olmadığı için kantine inmiştim. Soldaki ikinci masada Bilal abi oturuyordu. Çayımı ve içine bir bütün ekmeği banacağım iki yumurtalı menemeni alıp yanına çöktüm.
“Ne yapıyorsun la?”
“Bombok.”
“İyi iyi, alış biraz buralara. Bak bahar şenlikleri geliyor.”
“Geliyor da bana mı geliyor?”
“Öyle deme hayvan. Kız bul. Şenlik yalnız geçirilmez.”
O zamanlar internetten sipariş yok tabi. “Nereden alıyoruz abi” diye köylü görmüş masum UFO edasıyla sordum.
“Tașak mı geçiyorsun sen?”
“Yok abi ne haddime, estağfurullah.”
“Kız bul kız. Yalnız yalnız, kendini mi s.keceksin?”
Bahar şenlikleriyle bu şekilde ismen tanıştım.
“Ne oluyor bahar şenliklerinde?”
“Yiyorsun, içiyorsun, sevişiyorsun. Sonra finaller geliyor, ananı s.kiyor.”
“Anama hallenmese iyiydi. Kırıldım.”
“Çok konuşma. Yok mu bölümde biri, ayarla o zamana kadar.”
Vardı bölümde biri ama bana bakma ihtimali yoktu. Ben öyle sanıyordum en azından.
“Kız olmadan olmaz mıymış?”
“İbneysen de erkek bul aslanım. Bul ama birini. Yalnız çekilmez o. Hadi, ben kaçtım” deyip kalan poğaçasını tek lokmada ağzına attı, çayın dibini de sünnetledi ve kalktı. Ben de ekmeği menemenin son parçasıyla bitirip odama döndüm.
Günler günleri kovaladı, haftalar ardı ardına geçti. Bu arada da büyüklerimiz sıra sıra Bilal abinin dediklerini gün aşırı biz yeniyetme çömezlere tekrar edip durdu: Şenlikler geliyor, kız bulun. Mal gibi tek başınıza olmayın.
Başta bu sözleri çok da ciddiye almadım. Bilal abi mesela, okuldaki yirmi beşinci senesinde biri üçüncü biri de son sınıftan kalan iki dersini vermeye çalışıyordu, derse gittiği zamanlar dışında da ekseriyetle ya yurttaydı ya da yurttan bebelerle çarşıda takılıyordu. Mustafa abi ha keza, derse bile gitmeden sadece odasında bir hayat sürüyordu. Şenlikler tek başına geçmiyor olsa onlar böyle davranacak değildi ya? Yeniydik tabi, çömezdik, yiyordular bizi.
Nisan sonuna geldiğimizde abilerimizin tavsiyeleri artık öneri boyutunu aşmış, zorlama halini almıştı. ODTÜ öğrenci kışlasında bizden kıdemli öğrencilerin dilinde tek bir emir her gün, istisnasız her gün tekrar edilir olmuştu: Kız bulun. Şenlikler geldi, kız bulun.
Mayıs başında işletmeden o ara oda arkadaşım olan Harun geldi oturdu yanıma.
“Olum bunlar hep kız bulun diyor la.”
“Öyle kolaysa kendileri bulsun anasını satayım.”
“Ben ciddiye aldım valla ya. Bölümde bir kız var, çok çirkin. Ona yazacağım. Benden başka talibi de olmaz zaten, bu şenlikleri çıkarırım. Sonrakilere Allah kerim.”
“Harun Allah belanı versin la.”
“Cümlemizin inşallah.”
Harun da hani, hadi ben gibi çirkin demeyelim de yüzüne az bakılır biriydi diyelim. Bu konuşmadan bir hafta sonra yüzü asık bir şekilde geldi, selam bile vermeden uzandı yatağına. Önce takmadım, sonra ne oluyor diye sordum.
“Kız siktir çekti mına koyim ya.”
“La takma. Sana kız mı yok?”
“Var mı?”
Yoktu tabi. Derken birden yatağında doğruldu herif.
“Biz ikimiz mi takılsak ya?”
“Ben sana mı kaldım la?”
“Öyle deme olum. Ağda yaparız işte. Birkaç bira sonra da kafamız güzel olur, takılır gideriz.”
“Olum korkutma lan beni. Aynı odada kalıyoruz şurada.”
“La ne olacak? Korkma, istemezsen dokunmam.”
“Sktirip gider misin?”
“Bence sen bunu bir düşün.”
Hayatımın ilk eşcinsel teklifini, sadece kız bulamayan oda arkadaşımdan aldığım için duyduğum hüznü anlatmama bilmem gerek var mı?
Harun bile en azından bir girişimde bulunmuşken benim hiçbir şey yapmamış olmam zoruma gitse de bölümdeki, o güne dek günaydın ve iyi günler dışında bir söz söylemediğim, benimle konuşmasını geçtim bana doğru bakmasını dahi kendime bir gurur nişanı olarak gördüğüm, cennetten düşmüş ilk melek tanesinden başka gözüme hoş gelen kimse olmadığından şenliklerde tek başıma olmayı kabullenmiştim biraz da zorla. Derken ertesi gün Harun teklifini yineledi: Ne olacaktı canım?
“Ya bir sktir git, Alla Halla. Kız olsam bile sana vermem.”
“Kırıcısın.”
Ben, her ortalama insan gibi sabah 8:40 derslerinden nefret eder, bu nedenle de çoğunlukla gitmezdim. Ne işse bu ikinci teklifin ertesi sabahı dersim vardı ve hikmet-i Huda, alarmsız şeysiz sabah yedi ellide uyanınca giyinip hazırlandım, kahvaltıyı da orada yapmak üzere bölüme, hem de ringe filan binmeden, yürüyerek gittim. Bir tost bir çay alıp F14’ün hemen çaprazındaki o garip yere oturdum…
Derken yandan bir şey yanaştı. Yaklaşık 1.55 boyunda, buğday tenli, kapkara gözlerine yine kapkara, incecik ve dümdüz saçlarının eşlik ettiği, Allah’ın yaratırken kullandığı kalemini sonucu görünce emekliye ayırdığı, ince vücudundaki hatların güzelliği tanımlarken kullanıldığı o melek tanesiydi bu gelen. Duyulur duyulmaz bir sesle “günaydın” dedim. O ise yanımdan geçip gitmek yerine “boş mu burası” dedi.
Kalbim doksandan yüz seksene bir anda yükseldi.
“Boş. Oturmaz mısın?”
Oturmaz mıydı? Allah’ım, ne mutlu bir sabahtı bu!
“Seninle de konuşamadık çok.”
“Yurtta bölümden çok zaman geçiriyorum ya, ondan. Bir de…”
“Bir de?”
Kocaman gözleri bana bakıyor, olsun olsun 2H uçla çizilmiş kulakları beni dinliyordu. Öldüm ölecektim. “Bir de sen çok güzelsin, ben sen gibi güzele bakmaya bile utanırım” diyecek halim yoktu ya?
“Bir de işte, sabah derslerini sevmiyorum ben.”
İyi bari. Falso vermeden bu atağı savuşturmuştum.
“Kim seviyor ki zaten? E, ne yapıyorsun yurtta?”
“Arkadaşlarla takılmaca işte ya. Sen de yurtta mı kalıyorsun?”
“Yok, buralıyım ben. Evde ailemle yaşıyorum. Sen nerelisin?”
“İstanbul.”
“Güzel yer. Ben seviyorum İstanbul’u. Babam şu kurumda müfettiş, bırakıp gitmek istemedim diye ODTÜ’yü seçtim.”
Yüz güzel, vücut güzel, ses güzel, kafa güzel… Sonra “Allah özene bezene yaratmış” deyince ben kötüyüm.
“Benim de babam kitapçıydı işte. Emekli oldu. Ben de kalktım buraya geldim. Boğaziçi olmadı, Galatasaray’a da ben gitmedim.”
Evet, bir zamanlar kafam çalışıyordu benim.
Bu kadar yakından ilk defa görüyorum, ilk defa selamdan ayrı bir şey konuşuyorum, kalbim hala durmamış. Bir şeyler demem lazım ama ağzımdan çıkan kelime yok. Ben” ne desem de sesini az daha duysam” diye düşünürken o konuştu.
“Kız arkadaşın var mı?”
Kalbim durdu. Bak laf olsun diye değil, bildiğin durdu. Kalbimle beraber zaman da durdu. Kimse hareket etmedi, hiçbir şeyin sesi çıkmadı. O mutlak sessizliğe ve hareketsizliğe ağzımdan çıkan iki kelimeyle son verdim.
“Var. İstanbul’da.”
Lan Allah belanı versin kim var? Ne var? Nerede lan İstanbul’da? Çıkar göster puşt, çıkar göster!
Neden böyle dediğimi inanın bilmiyorum. Kalbim durunca beynime oksijen gitmedi, ben de böyle dedim diyelim. Neden? Neden arkadaş?
“Senin var mı?”
“Yok.”
O anda, zaten 280’e takılmış kalbim bir daha durdu, başımdan da Büyük Okyanus’u 90 derece kaynatıp döktüler. Her yanım ateş aldı bir anda. Başım, beynim, elim, ayağım… Tüm etim, tüm kemiklerim yandı. Yandı ya, bildiğin beyaz tenim önce kırmızıya döndü, sonra kahverengi de kalmayıp karardı.
Bu melek tanesi de yüzünü az ekşitip yarım dakika durdu durmadı, “ders başlıyor. Sonra görüşürüz” deyip kalktı gitti.
O dersi bir dakika bile dinleyemedim. Tüm ders çaprazımda onu izledim, ders çıkışı “ya ben malım, kız arkadaşım yokken var dedim” diye nasıl söylemem gerektiğini kurup durdum. Sonra ders bitti, o ise bana doğru bakmadan yanında iki kızla çıktı gitti.
Ve ben, toplam bir saniye var olmuş kız arkadaşımla baş başa kaldım.
Günler geçti, şenlikler geldi. Harun da kimseyi bulamadığı için beraberdik ilk gün. Önceki gün A4’teki Tekel’den bira stoğu yapmıştık, altısı çantada ikisi elimizde sekiz birayla geziyorduk ki onu gördüm. Yanında, daha önce bölümü geçtim okulda dahi hiç görmediğim bir sap vardı. Oturmuşlardı mekânın birinde. Herif kollarıyla küçücük kızı kavramıştı, onun da başı herifin göğsündeydi.
Bir ona baktım, bir Harun’a. Elimdeki birayı bitirip çantadan ikinciyi çıkarıp diktim kafaya, sonra üçüncüyü. “Bitirme lan” dedi Harun.
“Sen birasız çekilmezsin olum. Anca böyle.”
Birayla da çekilmedi tabi. Akşam konserden sonra odaya yarı ayık döndük ama hala yüzüne bakılır değildi ki kendi yataklarımızda uyuduk.
Siz siz olun, bahar şenliklerine kız bulmadan girmeyin. Yoksa benim gibi olursunuz.
Manavcı ve bakkalcıdan adını almış Siyaset Bilimci.com‘da siyaset sözde bilimi, sosyoloji, hukuk ve mitoloji alanında yazılara,
İsminde İspanyol esintileri taşıyan Socio Politico.com‘da, Türkçe sitedekilerden çok daha ciddi siyaset sözde bilimi yazılarına,
Bir gün ilk kelimesinin tersine dönmesini umduğum Penniless Penner.com‘da İngilizce yazdığım hikayelere ulaşabilirsiniz.
Eserse Twitter ve/ya Instagram‘da takip edebilir, hatta beğenir ederseniz Patreon‘dan 3-5 bir şeyler atabilirsiniz.