Okulun ikinci haftası ders çıkışında, içinden geçtiğim parkta bir banka oturmuş Rıfat Efendiyi buldum. Saçı ve sakalı kesilmişti, benim gibi o da bayağı kilo vermişti. İlk bakışta tanıyamadım. Ayağa kalktığında kendisi olduğunu anladım fakat bir eksik vardı: Kolon altında kalan ve kendini çıkarırken bizi en çok zorlayan sol bacağını doktorlar kurtaramamış ve dizden aşağısını kesmişlerdi.

Kendisinin varlığını dahi hatırlamadığımı fark ettim. Önce sadece baktım, o da ses etmedi. Zorlukla ayakta durduğunu hissettim, banka gidip yanına oturdum, kendisini de oturttum. Amaçsız, manasız ve lüzumsuz nasılsın iyi misinlerden sonra esasa gelmemiz gerekti fakat yine o da ben de suskunduk. Nihayet o ağzını açtı ve sessiz işkenceden ikimiz de kurtulduk.

Ailesinin cenazesinde bulunup bulunmadığımı sordu. Olumlu cevabı alınca müteşekkir gözlerle baktı sadece. Yutkunuşu neler demek isteyip diyemediğini gösterdi, benim de teşekkür beklediğim yoktu zaten. Sonra devam etti: Hastanede iki hafta kalmış. Sonra evine dönmüş ve manzarayı görmüş. Yarım insan olduğundan kurtarma çalışmalarına faydası yokmuş, o da en iyi bildiği işi yapmış ve gündüzleri dükkânı açık tutmuş, yeri gelince komşu fırına ekmek yapmada yardımcı olmuş; geceleri de yeni, özellikle de toplu mezarları gezmiş, son Fatihalarını okuyup ruhlarının bu dünyadan huzurla ayrılması için dua etmiş. “Onların hepsi dinimizce şehittir. Gavur olsun müslüman olsun, zerre miskal imanı olanların cümlesi de cennetliktir” dedi. Ben bunu başka türlü biliyordum ya, allame olan kendisiydi ve ne onu sorgulayacak bilgi, ne de bunu yapmış bulunsam sürdürecek gücüm vardı. Zaten aykırıydı bir parça, bu da aykırılıklarının bir diğeri olsa gerekti. Sessizce başımı salladım. O ise devam etti:

“Vallahi ben bilseydim ki evlatlarımın kefaleti benim canımdır, bir an düşünmez verirdim. Bilseydim ki benim uzuvlarımı tek tek koparacaklar ama onlar sağ kalacak; yemin olsun hepsini kendim keser, ancak son koluma gelince yardım isterdim. Amma bilmedim. O ise bildi. Bana, sanki çok ilmim varmışçasına, alim derler. Alim, evladım, odur ki peygamber sabrına sahiptir. Bu aciz Rıfat’ta Eyüp var mıdır? Kıyas değildir haşa, İmam Ali efendimiz bile sınanmamış böylesi evlat acısıyla. Hem biri değil, ikisi değil, üçüyle. Hepsi bir anda. Kim, nasıl dayanır buna?

“Deseydiler ki ‘bacağından olacaksın ve bunu umursamayacaksın bile’; derdim ki ‘bacaksız rükûa varılmaz ki secdeye varılabilsin, nasıl olur da bir insan bacağının kesilmesini umursamasın’? Heyhat, rabbinin karşısında kul nice acizdir! Buncadır nah şuramda bir yumruk, yutarım gitmez, kusarım gitmez. Eyüp aleyhisselam bile isyan etmiş, ben nasıl etmeyeyim diye düşünüyorum. Kaldırıyorum başımı, bakıyorum göğe. Gelmiyor içimden, indiriyorum gözlerimi yere. Öylesine bir arada kalmışlık ki secde emri almış İblis’in ikirciği gibi. Âdem’e secde edip rabbini mi ikilesin, secde etmeyip isyan mı etsin? O rabbine ‘sen teksin’ dedi ve görevini yaptı. Ben peki? Benim nasibim ne? Ah ki bunu bileydim…”

“Senin nasibin de onları içinde yaşatmakmış Rıfat Efendi. Ben anacığımı yaşattım, şimdi peder beyim yaşıyor içimde. Sen de onları yaşatacaksın. Onlarla olacaksın, yeri gelecek onlar olacaksın. Sen anlattın bunu bana, şimdi kendi kaderinden mi kaçıyorsun?”

“Haşa! Fakat evladım, ne demişler? Yaşlılar sıra sıra, gençler ara sıra. Eyüp aleyhisselamın imtihanı bile peyderpeydi. Ben bir aciz Rıfat, ondan da ulu değilim a?”

Değildi, değildi tabi ya, onun gönlünü eyleyecek olan da ben değildim. Öksüz büyümüşlüğüm yetmemiş bir de yetim kalmışken, daha buna alışmamışken ona ne diyecek ne yapacaktım? Kendisi de farkına varmış olsa gerek ki oturduğu yerde düzeltip doğruldu, gözündeki yaşı silip boğazını temizledi ve konuşmaya başladı.

“Kusuruma kalma yavrum, seni de derdimle dertlendirdim. Halbuki diyeceğim başka. Sen, can kardeşimin mirasısın bana. Düşündüm ki, eğer sen de istersen, eğitimini ben üstleneyim. Parasız okumak zor. Hem ne kadar da olsa amcan sayılırım. Bu cihanda üç şeyin yeri dolmaz. Bir ana, bir baba, hele ki bir de kardaş. Amcalarınsa yeri dolar. O ki ben hala buradayım, beni de unutmayasın. Yerimi başkasıyla doldurmayasın.”

Yüzüne baktım. Samimiydi. Zaten her zaman samimiydi. Ben peki, ne diyecektim? Evet, iki burs bulmuştum ve maddi sıkıntım o kadar da olmayacaktı. O dert değildi. Rıfat Efendi de zaten amcam gibiydi. Peki, ben bir amca istiyor muydum peder beyimin yokluğunda, hele ki onu her an hatırlatacakken?

O anda anacığımın sesini duydum. “Allah bile yalnızlığı sevmedi de evvel melekleri, ahir insanları yarattı” dedi. “Kimsesizliğe alışma, o öyle bir ıstıraptır ki dermanı ancak insandadır. Kapını aç ki kapılar sana açılsın” dedi. Sağıma soluma baktım büyük bir heyecanla. Tabi ki kimse yoktu. Çok şükür sonunda delirmeye de başlamıştım. Rıfat Efendiye dönüp “varsın varın senin olsun, yokluğumuz ortaktır” dedim. Yüzünde bir gülümseme belirdi, beni tutup sıkıca sardı. O mu daha güçlüydü yoksa ben mi daha zayıftım bilmiyorum, kemiklerim kırılır gibi olduysa da dert etmedim.

Sonra parkta oturmaya devam edip biraz konuştuk. Evvel o anlattı neler yaptığını, ahir ben. En çok kurtarma çalışmalarına katıldığıma mutlu oldu. Salim Anne tabelasını gördüğümü söyleyinceyse karşılıklı iç çeke çeke ağladık. Orada, o anda, aramızda ta seneler önce kurulup depremle yıkılan köprü bir daha ve daha güçlü şekilde kuruldu.

Vakit bu vakittir demiş olacak, kalınca bir zarf çıkardı iç cebinden. “Kardeşime niyetti, evladına kısmet oldu” deyip bana uzattı. “Almazlık etme. Sana benden çok lazım” deyip üsteledi. Paraydı, reddetmek nafile olacaktı. Israr ettirip onun vaktini boşa harcatmanın manası yoktu. Bir kenara koyup ihtiyacı olunca geri verene dek saklamak üzere aldım. Akşamın karanlığı olunca beraberce yemek yedik, sonra ayrıldık.

Ancak ayrıldıktan sonra hatırıma geldi ki ne adresini ne telefonunu almıştım. O bir daha beni görene dek ona ulaşma imkânım yoktu. Yurda dönüp çekmeceye koymak üzere zarfı çıkardığımdaysa üstünde cep telefonu numarasını ve İstanbul’da tuttuğu evin adresini buldum. Haddinden fazla düşünceli adamdı Rıfat Efendi.

Bir zaman kendisini aramadım, belki de arayamadım; o da yanıma gelmedi – belki de gelemedi. Nerededir, ne yapıyordur diye düşündüğüm bir akşamsa yine karşımda buldum. Geçen gördüğüm yıkık kişi gitmiş, önceden tanıdığım güçlü ve sevecen Rıfat Efendi geri gelmişti. Ben de bu yeni yaşantıma iyi kötü alışmaya başlamıştım. Dünya böyleydi nihayetinde, sanki sıkışık bir odaydı. Birilerinin girebilmesi için başka birilerinin çıkması lazımdı. O bunu, benden daha güzel şekilde anlattı.

“Fırat kıyısında durdu İmam Hüseyin efendimiz. Burada bakarken orayı nasıl görüyoruz, onlar da öylece suyu görüyordu. Ama bırakmadı küffar. Bir yudum su için inledi yavrular. Ebulfazl efendimiz, tıpkı babası gibi yiğitlerden bir yiğit, ‘yeter’ dedi. ‘Yeter. Ben önemsizim, ama bu sabilerin günahı yok. Onlara su getireceğim, karşıma çıkanı da öldüreceğim. Hangi kulun hakkıdır Allah’ın rahmetini kuldan esirgemek’? Bunu duyan İmam Hüseyin ‘tamam’ dedi, ‘git ya Ebulfazl. Ama bana söz ver ki kimseyle vuruşmayasın. Gidip su getirip dönesin’. Aldı belinden kılıcını, çekti sırtından okuyla kınını. ‘Var selametle git, selametle gel’ dedi.

“Düştü yola Ebulfazl. Karşısında onu gören küffar kenara çekildi korkuyla. ‘Çekilin’ dedi o da, ‘sizinle işim yok. Rahmetlerden bir rahmet olan suyu alıp döneceğim’. Öyle de yaptı. O yürüdükçe açıldı yollar. Gitti Fırat kıyısına, doldurdu kırbaları. Bunu gören şah-ı münafıkun emir verdi: Vurun, öldürün onu. Gitmedi birinin bile eli. Münafıklar bile utandı ona kılıç kaldırmaya. Ama ceberut rezil durmuyordu. Bin bir hakaret, bin bir küfür, bin bir tehdit etti. Sonunda ‘bırak suyu’ dediler. ‘Bırak da git, yoksa canından olacaksın’.

“Ebulfazl efendimiz durmadı. Yanına yöresine bile bakmadı. İki omuzuna asılı iki kırba, yürüyüp geçiyordu ki bir münafık vurdu kılıcı, düştü omuz başından bir kolu. Ses etmedi Ebulfazl. Kırbaları tutan sopasını düzeltti, devam etti yoluna. Sonra bir kılıç daha, diğer omzundan düştü kolu. Yere düşen kırbaları tutan sopayı aldı ağzına, devam etti yürümeye. Yüz adım kaldı, seksen adım kaldı derken Şeytan’ın kulları Allah’ın kullarına galebe geldi. Yağmur gibi yağdı oklar. Dizi üstüne düştü, sonra sürünmeye başladı. Derken gördü ki sular akıyor, delinmiş kırbalar. İşte orada bir ah etti ki alem öyle bir ah duymamıştır. ‘Yapamadım ya Hüseyin’ dedi. ‘Beni bu yaralar değil suyu getirememek öldürdü’. Böylece de can verdi, çekildi cennetteki köşesine, az sonra gelecek kardeşlerini bekledi.

“Dünya budur evladım. Kerbela’dır dünya. O Hüseyinler gitti, o Ebulfazllar gitti, biz Yezitler kaldık. Sonra biz Hüseyin olacağız, biz gideceğiz, başka Yezitler alacak yerimizi.”

“Biz neden Yezit olduk ki şimdi” diye sordum. Müstehzi bir edayla gülümsedi. “Bu ne küfür ola imandan içeri” diye cevap verdi, sonra lafı değiştirip amcamın beni ararken kendisine ulaştığını söyledi. Boş gözlerle kendisine baktım. Sağlığında arayıp sormadığı kardeşinin oğluyla ne yapacaktı? Büyük bir sinirle küfür ettim, sonra karşısındaki hadsizliğim için Rıfat Efendiden özür diledim.

Rıfat Efendi omuz silkti. Başka zaman bana kızması gerekirdi, küfür etmemi hiç sevmezdi rahmetli peder beyim gibi, fakat bir şey demedi. Anlamıştım: Gizlediği bir şey vardı. Başka türlü imkânı yoktu öyle sessiz kalmasının. “Senin dilinin altındaki bakla mı nohut mu, az oynat da görelim Rıfat Efendi” dedim. Bir iki hık mık ettiyse de az sallayınca döküldü.

Peder beyim vaktinde tarlaları amcama satmış ama hepsini değil bir kısmını satmış. Sonra biz köyden ayrılınca da amcam peder beyimin payı olan o tarlaları işlemiş, peder beyime de hasattan hissesini her sene göndermiş. Şimdi peder beyime ulaşamayınca Rıfat Efendiyi bulmuş. Kardeşinin ölümüne üzülmüş ama mahsul de satılmış, para ne yapılacakmış? Şimdi bana düşen hisseyi yollarmış ya, dahası da varmış: Acaba ben peder beyimden miras tarlaların hasadından pay mı istermişim yoksa satmak mı istermişim.

Tiksindim. Kardeşinin ölüm haberini alan birinin aklına hala paranın gelmesinden tiksindim. Afet bölgesinde çürümüş ceset kokusundan bulanmayan midem, kaderin amca diyerek bana yazdığı kimsenin şerefsizliğinden bulandı. Halimi gören Rıfat Efendi, kelimeleri doğru seçmeye çalıştığını belli eder bir üslupla daha da döküldü: Bu amcam peder beyimi hep kıskanır ve çekiştirir, kimse kendisiyle yarışmasın diye bir güne bir gün kimseyle yarışmamış babamla durmadan rekabet edip haklı haksız, doğru yanlış ezmeye çalışırmış. Babam bundan illallah etmiş ama kardeşidir diye ses etmiyormuş. Sonunda ilçeye taşınması, esasında beni ailesinden uzaklaştırmak istemesindenmiş. Burasına kadar gelmiş çünkü, bezmiş. Onca yıldır çekilir çile miymiş bu? Sonrasında babaannemin elini öptürmek için dahi olsun beni köye götürmemesinin sebebi buymuş. Bunca zaman başarmış ya, bedeni göçünce Yecüc’le Mecüc’ü durduran set de böylece yıkılmış ve şeytan kapıma gelmiş.

“Sen ne yapardın” diye sordum. “O, senin soyunla bağındır. Tutarsan soyunu da tutarsın. Satarsan balığın karnındaki Yunus aleyhisselam gibi yalnız kalırsın” dedi. “Vardır peder beyimin bir bildiği” diye düşünüp Rıfat Efendiden benim adıma satışı yapmaya razı olup olmadığını sordum. Amcamı görürsem diyeceğim ve yapacağım şeyleri tahayyül dahi edemiyordum. O ki Rıfat Efendi benim has amcamdı, tabi ki yapardı. Hemen kapısını çekip bürosundan çıkmak üzere olan notere yalvararak dairesine soktuk, imzalarımızı atıp vekâletnamemi Rıfat Efendiye verdim, o da ertesi gün dükkânın kepenklerini indirip memlekete gitti.

Rıfat Efendinin yola çıkışının ertesi günü Kasım depremi oldu. Yurtta uzanıyordum, sallantıyı hissettiğim anla sokağa çıktığım an arasını hatırlamıyorum. Sağa sola koşturup televizyon buldum. Haberlere baktım, Düzce’yi gördüm. Hemen Rıfat Efendinin verdiği, elbiselerimin arasına gizlediğim parayı aldım, akşam saati bulabildiğim kadar konserve ve su aldım, kalan parayı da cebime koydum. Ertesi sabah ilk otobüsle yolda, iki hafta boyunca da yine enkaz üstündeydim. Önceki depremde yer yer gördüğüm, burada yine karşıma çıkan AKUT’u böylece tanıdım ve yarı amatör halimle ekiplerine katıldım. Yaz günü yine iyiydi ya, kışın soğukta, dışarıda yatmak zordu ama katlandım. Sonunda yalnızca altı kişiye canlı, on beş kişiyeyse ruhları bedenlerini terk ettikten sonra ulaşmış bir ekibin parçası olarak İstanbul’a döndüm.

Döndüğümde Rıfat Efendi de gelmişti. Evinde buluştuk. Satış işlemi bitmişti, parayı kuruşu kuruşuna elime saydı. Amcam uğraştırmış, çok milyarlık toprağa üç kuruş vermeye çalışmış. “Ben evladımın hakkını kimseye yedirtmem” deyip karşı durmuş, direnmiş Rıfat Efendi. Sonunda, artık nasıl olmuşsa, imana getirmiş amcamı. Ne zaman ki avucuna sayılmış toprağın ederi, ancak o zaman “tamam” deyip gitmiş tapuya, atmış imzasını.

“Senin verdiğin parayı harcadım Rıfat Efendi.”

“O senindir, hesabı da yalnız sana düşer.”

“Düzce’ye gittim, depreme. Orada bitti ne vardıysa. Kuruş kalmadı cebimde, nah şu tuttuğundan ayrı.”

“Allah, rahmetinden verdiğini kulu Rahman sıfatının gölgesiyle diğer kullara pay ederse dahasını da, dahasını da verir. İyi etmişsin.”

Koca üç tomar para dolu zarf çıkarıp koymuştu masaya. Birini alıp açtım, tomarı göz kararı ortadan ikiye ayırdım. “Sen olmasan bu olmazdı burada, al bu da senin payındır” dedim. Dinlemedi. Israr ettim, bir işe yaramadı. “Benim gelirim bana fazlaca yeter, sana lazım olacak” deyip geri verdi. El kadar aktar dükkânından nasıl para kazandığını sordum, “dükkân bahanedir, nasip varsa illâ ki yolunu bulur” dedi.

Karar verdiği zaman en deli keçi yanında dünyanın en makul insanına dönerdi. “En azından yemek yiyelim, onu ben ödeyeyim” dediğimde gönülsüzce kabul etti. Ben hazırdım, beş dakika sonra o da giyinip sarınmıştı. Otobüs beklemeden bir taksi çevirdim, İtfaiye Meydanına gittik. Para harcamamı istemese de et aşkından da vazgeçemeyen Rıfat Efendi, başka zaman altı tabak kaburga dolması yerken yalnızca üç tabak yedi. Doymuş muydu? Yeterdi yeter, dahasına gerek yoktu. Yeterdi yetmezdi derken bir tabak daha aldık.

Et güzeldi ama biraz boza fena mı olurdu?

Olur muydu hiç? Onu biraz yorarak da olsa oradan Vefa’ya yürüyerek geçip bozaya yumulduk. Altı siparişimizin üstüne dört daha eklendi. Kocaman, şişkin göbeklerle yerimizden kıpırdayamaz halde otururken “tatlı da yemesek mi” diye sorduğumda Süleymaniye’nin hemen arkasında bir restoran bulduğunu, çok güzel keşkülle kabak tatlısı yaptıklarını söyledi. Durur muyduk? Tabi ki durmazdık. Kalktık gittik, bu sefer de tatlıya gömüldük. Sonunda nefes alamaz hale gelmiştik işte. Bir akşamlık hovardalığımızın sonunda evine taksiyle döndük ve o gece onunla kaldım.




Manavcı ve bakkalcıdan adını almış Siyaset Bilimci.com‘da siyaset sözde bilimi, sosyoloji, hukuk ve mitoloji alanında yazılara,

İsminde İspanyol esintileri taşıyan Socio Politico.com‘da, Türkçe sitedekilerden çok daha ciddi siyaset sözde bilimi yazılarına,

Bir gün ilk kelimesinin tersine dönmesini umduğum Penniless Penner.com‘da İngilizce yazdığım hikayelere ulaşabilirsiniz.

Eserse Twitter ve/ya Instagram‘da takip edebilir, hatta beğenir ederseniz Patreon‘dan 3-5 bir şeyler atabilirsiniz.

Leave a Reply