Sanırım üçüncü senemdi. Yan odadaki çömezimiz, ki sadece hazırlıktakilerin ve yurttakilerin değil beraberinde belki okulun yarısını sadece dönemin yarısında tanımış olması herifteki şeytan tüyünün boyutunu göstermeye muktedirdir sanıyorum, “aga akşam arkadaşta toplanıyoruz, siz de gelsenize” dedi. “Lan s.kmişim senin arkadaşlarını, abi bile demiyorsunuz .mına koyim. Sizin arkadaşlığınıza mı kaldık s.kik” tepkime “gel dediysem gel .mına koyim, bir bildiğim var ki konuşuyorum” dedi. CS atmakla bir iki yeni kimse tanımak arasında kalıp bir de emrivakiyi görünce, hele bir de “kızlar da var lan” eklemesini duyunca “her gün CS her gün CS, az değişiklik olsun” diyerek kalktım gittim.
Ortam b.k gibiydi. Hazırlıktan bebeler bir arada, eşantiyon olarak da yurttan getirilmiş üç sap var. Votka ve biranın yanında içilen çaylar, sanırım, ortamın kalitesini iyi kötü anlatır. Bir yanda ikinci birada kaymaya başlayan gözler, bir yanda kantinden aldığı top sakalla “liseli değilim lan artık” tribindeki bebeler. Hepimiz aynı yoldan geçmiş olmasak çok ağır küfürler ederdim ya, edemiyorum.
Tabi bu b.k gibi ortama katlanmamızı gerektiren bir şeyler de vardı ve hayır, bu, şeytan tüylü arkadaş değildi. Onun yan sınıfında okuyan, küçük yerden çıkıp Ankara’ya, hele ki ODTÜ’ye gelmenin yarattığı kimlik karmaşasını sonuna kadar yaşayan arkadaşıydı. Bu 1.65 boylarında, saçma sapan bir tonda sarıya boyalı saçlı, gözleri sanki kalemle çizilmişçesine güzel, yüzüne bakınca mala dönülen ve “Boğaç, bu kız ne lan” dediğimde “yaa y.rrak, boşuna mı gel dedik sana .mına koyim” cevabına “hahahas.ktir g.tüm” bile diyemediğim kız, o akşam orada bulunmaya devam etmemin tek sebebiydi. Bir de kendinden büyüklerden hoşlandığını gördüğümde daha bir aşka geldim ya, iki sorun vardı:
Ben malım. Ağır malım. Herhangi birine ilgim varsa mesela, bunun tam aksini gösteren; zaten iletişim kurmakta sorunlarım varken bu sorunu daha da büyüten, yetmezmiş gibi bu durumlarda kekemeliği başlayan, ortam mortam denilince kaçıp 2-3 kişilik gruptan daha büyüğü olduğu zaman hepten sessizleşen bir malım. Bu yetmezmiş gibi benle beraber gelen iki arkadaşım da benle aynı kızı gözüne kestirmişti, ki bunların biri oda arkadaşımdı, ve aramızda küçük çaplı “önce ben gördüm lan”, “n’alakası var kardeşim, ben daha eve girmeden kızı gördüm”, “has.ktirin lan, geçen gün kantindeydi ki bu, en ilk ben gördüm” kavgası başladı. Kavganın kaybedeninin kim olduğunu tahmin edebilirsiniz.
O gece bir şekilde bitti. Biz üç artı bir mal yurda döndük. Üçü Yüzüncü Yıl’dan, biri Şangay’dan gelen dört sap olarak odalarımıza dağıldık. Benim oda arkadaşının kafa güzeldi, yattı, ben de açıkta CS görünce ona atlayıp sabah 8:40 dersine gidenlere camdan el sallayıp uykuya yattım.
Günler haftalar oldu, zaman geçti. Bu yeni tanıştığım bebelerin bir ikisiyle arada denk geldik konuştuk ettik filan. Derken ikinci dönem başı, göt donduranın buzla kaplı olduğu bir gün MSN’de bir mesaj gördüm.
“Naber? :)”
Yazan, bizim üçümüzü birbirimize düşüren bu kız. Yok, gülücüğe odaklanmadım. Yalnız olabilirim ama ayı da değilim yani. Birden güneş açtı, kuşlar cıvırdamaya başladı.
Kuulluk filan değil, dümdüz öküzlükle “iyilik sağlık, sen” gibi bir cevap verdim. O da, öyle anında filan değil. Bir dakika filan bekledim, ondan sonra. Mal olduğumu söylemiş miydim?
Ivır zıvır kısmını atlıyorum, kısa sürdü zaten. Gelen mesaj: “Ya ödevim var, yapamadım. Yardım eder misin”? “Dedim bildiğim yerden sorduktan sonra sorun yok”. Hazırlıktaki kızın bilmediğim yerden sorma ihtimali var da sanki. “Lan ne güzel oturuyordum, iş çıktı” diye de sövdüm içimden ama centilmen bir insanım, dışımdan sövmedim.
Cevap: Tamam, ben bir saat sonra evde olacağım, sen de gel burada yapalım.
Ama sonra gülücüğe odaklandı oluyor :/
– Hay hay, seve seve. Senin ev nerede?
+ Karfur’un karşısı, MD’nin altı.
– İyi, bir saat sonra oradayım.
Her gülücüğe odaklanmış ayı gibi hemen kalktım, ne yaparsan yap vücuduna yapışmazsa huzur bulmayacak duş perdesiyle hemhal olup iki kere keselendim, giyilemeyecek kadar kirli elbiselerin alt rafındaki giyilebilecek kadar kirli elbiselerden bir poşet vasıtasıyla ayrışmış temiz elbiselerin içinden bir gömlek bir kazak bulup giyindim. Arkadaşın parfümünü (kendisi hazır ortada yokken) üstüme boca edip terk-i yurt eyledim.
Apartmanın önüne geldiğimde yirmi dakika erkenci olduğumu gördüm. “Yuh, bu kadar mı görmemişsin Allah’ın ayısı” denmemek için sokağın üst değil alt tarafında erketeye yatıp bir sigara yaktım. O biterken bir daha, biterken bir daha derken sokağın üst tarafından beklediğim kız alt taraftan, benim taraftan göründü. Hemen bir ağacın arkasına seğirtip geçmesini bekledim. Çok delikanlıyım, çok centilmenim, tok da satıcıyım ve kendimi göstermiyorum.
Saat üçü iki geçe, yani kararlaştırılan vakitten koskoca iki dakika sonra aradım. Dedim yakındayım, geldin mi? Dedi gel gel. Büyük bir çalım ve vakarla yavaş yavaş yürüdüm, üst kata çıkıp zili çaldım. Öğrenci işi, birinci kat. Fakat o kadar da öğrenci işi değilmiş: Kız evde tek kalıyor.
Ben gülücüğe odaklanmamaya çalıştıkça gülücük daha da, daha da karşımda.
Yetti mi? Yetmedi. Ev sıcak. Yurt ki sıcaktır hep, donla oturursun Ankara kışında, yurttan bile sıcak. Eh, kız da o sıcaklığa göre giyinmiş. “Yüzü mü daha güzel yoksa bacakları mı” diye düşünüyorum, derken gözüm dekoltesinden görünen iki güzelliğe odaklanıyor. “Hayvanlık yapma öküz, az insan gibi davran yavşak” diye kendime diyorum ama yaş 21, hormonlar tavan, üstüne de bu…
Üç beş kolpadan muhabbetten sonra açtık defteri kitabı, mevzuya bakıyoruz. Öyle çok İngiliççe bilen biri değilim ama gösterdiği şeyleri bilmemek için hazırlık okumak değil yes-no bile bilmemek lazım. Olsun, sorun yok. Evlenmiyoruz ya? Hemen yanımda oturuyor, aramızda üç santim var yok. Bana lazım olan bu. Deftere bakıyorum güya, yarım saniye metni okuyup bir buçuk dakika bacak izliyorum. Kafamı kaldırıyorum, o kadar yakınımda ki gözlerine bakarken yüzünün geri kalanını göremiyorum. Yaklaşık 120 derece olan görüş açısının tümünü dolduruyor, yetmiyor taşıyor. O kadar yakınımda. Kanın tümü aşağı akmasın, birazı da yukarıda kalsın da beyin çalışsın diye dua ediyorum.
Ehehe mehehe, bir saat filan geçti öyle. Dedi “acıktım, yemek mi yesek”. Tamam, yiyelim ama ne yiyelim? O günlerde yemek yapmanın mühim bir şey olduğunu bilmiyorum – kaldı ki menemen, patates kızartması, salçalı makarna gibi klasikler dışında bildiğim yemek, karbonlu pilav. Tarifi de basit: 1/1.5 oranıyla pirinci koyuyoruz tencereye, kapatıyoruz kapağını, yanık kokusu geldikten bir dakika sonra çıkarıyoruz.
Nereden aklıma geldiyse “lahmacun yiyelim” dedim. Kız yarım ağız “eh, olur” deyince de bir centilmen edasıyla kendisine sormadan onun için iki benim için dört lahmacun, yanına iki ayran, iki de künefe siparişini patlattım. Adresi de kendisine sormadan, direkt ezberden verdim. Yarım saat sonra sipariş geldi.
Şöyle düşünün: Yurtta “akşam ne yiyoruz” diye sormuyorduk artık. “Bu akşam salça var” diyorduk mesela. Makarna sabitti; yanına bazen salça, bazen yoğurt, çok zengin olduğumuzda da bir buçuk kilo makarnaya yağıyla 185, net 140 gramlık ton balığı koyuyorduk. Buna alışkın bünye önünde lahmacun görünce ne yapar?
“Soğan yemesek mi” diyen kıza “bunun tadı soğansız çıkmaz ki” der, soğanı basar. Kızın payı olan soğanı da basar. Sonra, sanki önünden kaçıran varmış gibi, kız daha birinciyi bitirmeden üç lahmacunu bitirir. Bir ısırıkta lahmacunun yarısını ağzına sokarak, şapırtılarını ne Balgat’ı, ne Ayrancı’sı, ta Keçiören’den duyurarak, ağzının kenarından limon suyuna karışmış yağı akarak yer. Dördüncüyü de hani, “ayıptır, beraber bitirelim” diye düşünerek yavaş yer. Yetmez, kızın bıraktığı yarımı da bitirir.
Sıra sigaralara geldi. Ben yaktım izin alıp, o “benimki odada, gidip alayım” dedi. Tabi, ben gibi fakir değil. Samsun 216 bulamadığında gidip Samsun almıyor. Ama, hakkımı da yedirmeyeyim, Maltepe’yi bir kere denedim sadece. O kadar da düşmedim. Ve o başka hikayenin konusu.
Kız içeri gitti, sigarasını alırken üstünü de değiştirdi. Bacaklar gitti, memeler gitti; dizi çıkmış eşortman altının üstüne depresyon kazağı geldi. Koltuğun öbür ucuna doğru biraz kaykıldı, sonra masanın diğer ucuna geçti. Yarım saat filan sonra da “hı tamam, anladım ben ya. Çok sağ ol” dedi, nazik bir şekilde yurda postaladı beni.
…
Bugün hala lahmacun sevmem. Olsa yerim ama dört tane yemem. Dört buçuk tane hele, hiç yemem. Ya üç, ya beş.
Ve, hayır, diğer iki arkadaşı da aramadı sonra. Hayallerini nasıl piç ettiysem kızın, onlardan da ümidi kesti.
Manavcı ve bakkalcıdan adını almış Siyaset Bilimci.com‘da siyaset sözde bilimi, sosyoloji, hukuk ve mitoloji alanında yazılara,
İsminde İspanyol esintileri taşıyan Socio Politico.com‘da, Türkçe sitedekilerden çok daha ciddi siyaset sözde bilimi yazılarına,
Bir gün ilk kelimesinin tersine dönmesini umduğum Penniless Penner.com‘da İngilizce yazdığım hikayelere ulaşabilirsiniz.
Eserse Twitter ve/ya Instagram‘da takip edebilir, hatta beğenir ederseniz Patreon‘dan 3-5 bir şeyler atabilirsiniz.